Heybetli militan, mütevazı yoldaş: Şükrü SERHAT

Deşti MUNZUR

Apocu “talebe” hareketini, Şahin Kılavuz arkadaş aracılığı ile tanımış, sevgi ve sevdası Apoculuğa karşı bu şekilde oluşmuştur.
Daha sonra 1976-77 yıllarında Akif Yılmaz arkadaşı tanır; Akif arkadaşın yüksek etkileme özelliği, Şükrü arkadaşı çok etkilemiştir.

Serhat diyarı soğuk ve yüksek rakımlı geniş zozanları olan bir yerdi. Doğa ana da kendini hem soğuğa hem de sıcak mevsime göre yapılandırmıştı. Otları en soğuk ve rüzgarlı havalarda dahi bir o yana bir bu yana salınırken, aslında yüksek memleketli olmanın hazını da yaşayarak dans ederlerdi.

Yüksek memleket yeri denildiğinde, en az iki ila üç bin metrelerle başlayan dağlık volkanik arazilerden bahsedilir. Hayvanlar da bu koşullara göre kendini adapte etmişti. Yüksek zozanlar da, dağlar da olmanın zevkini bilerek ve yaşayarak soğuk havalarda ve kış soğunda, yazın da aşırı zozan sıcağında hep hareketli olurdu.

Bir o yana bir buyana koşarak, inanılmaz çeviklikte doğaya ve onun yarattığı koşullara meydan okurdu. Hep koşar ve hiç durmamacasına hareket ederdi. Serhat’da durmak, donmaktı, ya da yazın kavrulmaktı; her ikisi de zaman ve mekanda ölümdü. Bu her iki durum Serhat’da yaşayan tüm canlı varlıkların tabiatlarında asla yoktu.

Serhat’da gün ve yaşam erken başlardı. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, börtü böcekler yani tabiat ana güne erken başlardı. Çünkü özgürlüğün ve yaşamın temsili olan güneş, ışınlarını ve ısısını ilk önce yüksek yerlere gösterirdi.

Yüksek dağ yaşamında doğa ananın yasası şuydu: Yaşam güneş doğmadan önce başlamalıydı. Eğer güneşten sonra kalkarsan, çiçekler çiçeğini açmaz, arı balını yapmaz, otlar büyümez, ağaçlar meyve vermez, davarlar süt vermez, insan yaşama coşkulu ve iddialı başlamazdı.

Ondandır ki serhat insanı hep güneşi önceden karşılardı. Çünkü güneş hep doğudan doğardı ve yaşam serhat tabiatıyla bir olur, tüm güzelliklerini sabahın erken saatlerinde etrafa saçardı. Bundandır ki, İnsanları doğanın getirdiği en büyük erdem olan saf ve duygusallığını hep içinde taşır, sıcak, özlü ve güler yüzlü olurlardı. Sonsuz bir enerji ile güne ve işe başlarlardı. Yediden yetmişe herkesin mutlaka yapacağı bir işi vardı.

Uzaktan bal arısı bu insanlara bakar, derin bir of çekerek kıskandığını dışa vururdu. İlk defa kendisi ile eş düzeyde erkenden kalkıp çalışan ve üreten insan ile karşılaşmanın zevkiyle de onları uzun uzun izlerdi.

Serhat’da yaşam zorluklarla doluydu, ama bir o kadar da yaşam anlam yüklü ve zevkliydi. Zaten asıl yaşamı anlamlı ve güzel kılan şey de bu zorluk değil miydi?

Gerçekten en zor gerilla yaşamı olan yerlerden biride serhat idi. Doğanın çetin koşullarına sadece bir kış dayanmak ve o kışı darbe yemeden başarıyla atlatmak ve bahara kavuşmak, düşmana karşı verilecek ilk direnme cevabı olmaktaydı.

Köy yaşamı da tıpkı gerilla yaşamı gibiydi. Hep bir direniş içinde olmak ve kışa karşı büyük bir direniş sergileyerek onu yenmek, en büyük mücadeleydi.

Her ikisinde de bu savaşı yürütecek esas silah iradeydi. İrade olmazsa, o koşullara ister gerilla ol, isterse de bir köy ahalisi ol sonuçta seni var eden ve yürüten iradeden başka bir şey değildir. Gerisi amaca bağlılık, mücadele azmi ve ısrardı. Bunlardan başarılı olursan, doğaya karşı en büyük savaşta zaferle çıkmışsın demektir. Yani serhat insanının ufkunda daima zafere yürüyüş ve ısrar, inat ve irade oldukça etkili ve belirleyici bir değerdi.

Dağlar ve zozanlar öylesine yüksekti ki, tıpkı doğadaki canlı varlıklar gibi insan da oldukça güçlenmekteydi. Yüksekte tertemiz hava vardı, suyu zemzem kadar saf ,temiz ve mineral yüklüydü. Eti, sütü, yoğurdu, peyniri ve otları adeta hücrelere doğal derman gibiydi. Ondandır ki fiziki güç oldukça yüksekti. Biraz da bu koşulların yarattığı insan doğal olarak oradaki tabiatla da iç içe olmaktaydı ve direngendi.

Onun sonuçlarından bir tanesi de güçtü. Doğal olarak yaşam seni her zaman hazırlıyordu yani bu güce hazırlıyordu. Zayıf insana yer yoktu. Ya güçlü olup yaşamı var edersin, ya da o diyardan gidersin di. Yasa acımasız katı, ama bu şekilde işlemekteydi.

Yüce dağlar gibi heybetli, alçak gönüllü, hep enerji yüklü, doğanın her şeyini sonsuz duyguda seveceksin. Yorulmak asla sana yaklaşmayacak, sonsuz süreklilikte çalışacaksın, hep bir üretim içersinde olacaksın. Mücadele, yaşamın diğer adı olacak ve ağrı dağı kadar da iraden yüce ve bir o kadar da güçlü olacak ki ancak serhat sana, sende serhata layık olacaksın. Yaşam da zaten bu demek değil midir? Sonsuz bir ciddiyet ve mücadele istemektedir.

Yani yaşamı büyük bir ciddiyetle ele alacak ve büyük bir bilinçle yaşayacaksın. Yoksa o yaşam senin için cehennem azabına döner. Her sabah serhatın doğa anası bu dersi tüm insanlarına canlı ve cansız varlıklarına her anını ilmek ilmek örerek vermektedir. O nedenle dağların dersi geleceğe bir müjdedir.

Anlamakta yapmak ve başarmak demek değil midir? 

Böyle bir dağ esintisinin içinde Şükrü yoldaş (Yasin Bulut) 1957 yılında Kars’ın Kağızman ilçesinin ülkü köyünde dünyaya gözlerini açmış. İlk yaşam nefesi de dağların getirdiği havayla ve onu teneffüs ederek olmuş.

Köyün sadeliğinde saf, temiz ve bir o kadar da toplumsal sorunlara duyarlı bir aile gerçekliğinde, kişiliği şekillenmiş ve büyümüştür. Daha küçük yaşlarda nerede bir haksızlık varsa, orada buna karşı durmuş ve gücü yetersiz de olsa, onlara tepkisini göstermiştir.

Lise dönemini şehirde (Kars-Kağızman’da) okumuş ve yavaş yavaş siyasetle tanışmıştır. O dönem sol dalga oldukça etkilidir. Özellikle Kars ve civarında sol-devrimci hareketlerin yoğunluğu belirli bir bilinçlenme ve sol ile tanışma düzeyini kendisinde oluşturmuş ve anti faşist cephede yerini almıştır.

Artık zaman ve oluşum, Şükrü arkadaşın kişiliğinde bir gelişim diyalektiği yaratmıştır.

Okumayı seven ve kendisini geliştirmeyi esas alan bir yapısı vardır. Son nefesine kadar da bu özelliğini hep korumuş ve devam ettirmiştir. Sürekli merak etmiş, araştırmış ve sürekli yeni şeyler öğrenmek istemiştir. Kendini geliştirme ve ilerde yenilmez bir devrimci olmak, ülkesi ve halkı için özgürlük savaşçısı olmak, en büyük hayali olmuştur.

Apocu “talebe” hareketini, Şahin Kılavuz arkadaş aracılığı ile tanımış, sevgi ve sevdası Apoculuğa karşı bu şekilde oluşmuştur.
Daha sonra 1976-77 yıllarında Akif Yılmaz arkadaşı tanır; Akif arkadaşın yüksek etkileme özelliği, Şükrü arkadaşı çok etkilemiştir.

Artık partiye aktif profesyonel olarak katılmak bir tutku haline gelmiştir. Şükrü arkadaş, 1977 de büyük şehidimiz Haki Karer yoldaşın şehit düşmesi sonucunda büyük bir etkilenme yaşar. Karar noktasına gelir ve intikam cevabı olarak da PKK saflarına büyük bir moral ve istekle katılır.

Serhat’ın getirdiği o hiç durmaksızın büyük enerji, istek, iddia ve heyacanla Parti nerede görev ve sorumluluk verdiyse, hiç tereddüt etmeden koşarcasına gider ve layık bir şekilde görevini başarı düzeyinde yapardı.

Ufak boylu ve zayıf olmasına rağmen, temposu ve koşturması yüksekti ve devrimin işlerini başarıyla yapması büyük sempati oluşturuyordu. Her zaman kendine has espiri tarzı vardı.

Karşısındakini bir yandan güldürürken, bir yandan da düşündürür ve eleştiri ile eğitirdi. Bu durumundan dolayı parti kısa zamanda kendisine Kağızman-Kars sorumluluğunu verdi ve bu şekilde bir sorumlu olarak, parti faaliyetlerini büyük bir coşku ve moralle yürüttü.

Kendisinin her zaman gururla dile getirdiği bir anısını her zaman her yerde anlatırdı: Bir gün Heval Şükrü ve bir kaç arkadaş Partinin maddi ihtiyaçları olduğu için, Devrimin hizmetinde kullanılmak üzere soygun eylemini planlarlar. Plan şükrü arkadaşın sorumluluğunda kusursuz bir şekilde uygulamaya konulur ve oldukça yüklü bir para düşmandan halk adına el konulur.

Daha sonra bu paranın ilgili yere gönderilmesi gerekir ve ilgili yerden uzun boylu, hafif kıvırcık saçlı genç ve bakışlarıyla direk insanı etkileyen, güler yüzlü güven veren bir arkadaş şükrü arkadaşın yanına gelir ve kendisine verilen talimat gereği parayı teslim alması gerektiğini ve ilgili yere götürmek için geldiğini söyler.

Heval şükrü de bu arkadaşı tanımaz ama bilir ki Apocu bir komutandır. Parayı kendisine teslim eder ve yoldaşça selam ve saygılarını da gönderir.

Aradan yıllar geçer, bir gün bu arkadaş Şükrü arkadaşın yanına gider ve “beni tanıdın mı Heval Şükrü? Hatırlıyor musun, bir gün sen soygun yapmıştın ve parayı birine teslim etmiştin. O kişiyi hatırlıyor musun?” der. Heval Şükrü de “tabi hatırlıyorum! yakışıklı uzun boylu bir gençti, ismi de Heval Şiyar’dı (Kazım Kulu)” der ve “ama şimdi nerededir bilemiyorum” Bu sefer yanındaki arkadaş güler ve “hey Heval Şükrü hey, işte o yakışıklı genç bendim!..” dedikten sonra birbirlerine sarılırlar ve o günleri yad ederek soygunu nasıl başarı ile yaptıklarını bir kez daha birbirlerine keyifle anlatırlar.

Şükrü yoldaşın Ankara grubundan öğrendiği ilk ders, hiç durmak bilmeden, büyük bir disiplin ve fedakarlıkla sürekli halkı ve devrim için çalışmaktı. Söylenenler masa da kalmamalıydı ve söylediğini yapan radikal bir hareketin üyesi ve mensubu olmuştu. Bu anlamda yüksek bir moral ve coşku ile çalışıyordu.

Kürdistan ve Türkiye de Apocu hareket, önemli bir öncülük misyonu kazanmış ve “Türkiye Devriminin yolu Kürdistan Devriminden geçer, yani Kürdistan halkı özgürleşmeden Türkiye halkları özgürleşemez” tespiti artık yaşamla, halklarla buluşmuş ve karşılığını yakalamıştı.

Yoğun parti çalışmalarını aktif bir şekilde yürütürken Şükrü yoldaş, 09 Mart 1980 yılında yakalanır ve zindana düşer. Türkiye ve Kuzey Kurdistan tarihinin en faşist askeri darbesi, genel ile birlikte özelde Kürt Özgürlük hareketine karşı yapılmış ve ilk önce kanlı faşizan yüzünü, en ağır uygulamalarıyla zindanlarda göstermiştir.

Şükrü yoldaş tam sekiz yıl Erzurum zindanında kalmış ve direnmiştir, iki yıl ve yedi ay da Aydın zindanında direnmiştir. 12 Eylül zindanlarında o dönem direniş çizgisi, adeta mücadele tarihinde yeni bir sayfa açmış ve milat olmuştur. Bunun öncülüğünü de Amed zindanı yapmış ve ihanete karşı direniş çizgisini yükseltmiştir.

Şükrü arkadaş, zindan da kaldığı yıllar boyunca, hiçbir zaman düşman karşısında ah! dememiş ve hep onurla başı dik durmuştur. Tasfiye ve ihanete karşı zindanda, direnişin en önde gideni olmuştur.

Zindandan çıktığında, halen heyecan ve coşkusundan hiçbir şey yitirmemiştir. Aksine daha çok bilenerek, 1991’in baharında yeniden yönünü Kürdistan Özgür dağlarına vermiştir. Artık yeniden Özgür dağları ile buluşmuş ve Haftanin’dedir. Yine büyük bir enerji istek ve ruhla, adeta zindan da geçen yılların intikam duygusu ile, tüm çalışmalarda yerini almıştır.

Aynı yıl düzenlemesi Amed Eyaletine olur. Kürdistanın kalbi olan Amed’e giderek, zindan da biriktirdiği öfke ve yılların intikamını alırcasına faaliyet yürütür.

1998 yılında Başur alanına geçer. Daha sonra düzenlemesi Rojhilat Kürdistanı “Makû”  alanına olur. Yeniden Serhat topraklarına döner ve büyük bir coşku ve heyecanla tam üç yıl burada kesintisiz faaliyet yürütür.

2002 yılında komplo ve tasfiyeciliğe karşı hiçbir ödün vermeden, Önderlik çizgisinde Devrimci faaliyetlerini yürütür. 2005 yılında Partinin içinde bir ur, bir hançer gibi duran Tasfiyecilik tasfiye edildikten sonra, Önderlik Paradigmasının ışığında, onun bir inşa militanı olarak Başur PÇDK (Partiye Çareseri ya Demokratika Kurdistan) çalışmalarında yer alır ve ilk PKK Şehit Aileleri Komitesini burada kendisi kurar ve öncülük eder.

İki kez değişik zamanlarda Ocak da eğitim görür ve yeniden bu çalışmalara dönerek, şehit düştüğü güne kadar bu çalışmaları hiç ara vermeden büyük bir fedakarlıkla devam ettirir.

Büyük şehidimiz olan Akif Yılmaz arkadaştan aldığı ruh ve morali, hiç bir zaman eksiltmez ve dur durak bilmeden tek kişilik bir ordu gibi çalışır. Bitmez tükenmez enerjisi ile nerede bir görev varsa orada hazır olur ve yüksek bir tempo ile hep bir koşuşturma içinde olur.

Genelde Başur alanında, özelde ise Süleymaniye’ye bağlı ilçe ve köylerindeki tüm şehit ailelerini tek tek tanıyordu. Hepsinin sicillerini adeta tek tek beynine ve yüreğine kazımış ve ezbere biliyordu. Onları yıl dönümlerde, bayramlarda, özel günlerde tek tek ziyaret eder ve hal ve hatırlarını sorardı.

Çocuklarla çocuk olmasını bilir, gençlerle ayrı bir yoldaşlık bağı kurar ve yaşlılarla da bambaşka bir yoldaşlık arkadaşlık sevgi ve saygı oluştururdu. Bu da Şükrü arkadaşta insan ve Toplum olgusunu ne kadar zengin bir şekilde ele aldığı, sevgi ve saygı bağı oluşturduğu ile ilgilidir.

Aynı şekilde imkan yaratarak yoldaşlarını sorar ve moral verirdi. İmkân olmazsa da, telefon üzerinden gece yarısına kadar yoldaşlarını sorar ve durumlarını öğrenir ve kendisine has esprili dili ile de gönüllerini hoş ederdi.

Başur’da bir Derwiş gibi yaşadı ve emek harcadı. Şehit bir arkadaşın mezarını yapmak için Komiteden arkadaşlarla gitmişti. İki torba kum çuvalını sırtına aldı ve yokuş yukarı mezarlığa doğru kan ter içinde ulaştı. Yürürken bir fotoğrafını çekmişlerdi. Niye bu kadar kendini çok zorluyorsun diye sorduklarında “Şehitlerin borcunun hiç bir zaman ödenemeyeceği ve ne yapılırsa da az olduğu” cevabını verdi. Ayrıca, “bakın yoldaşlar bu fotoğrafı çektiniz ya, bilinki bu fotoğraflar yalan söylemez” diyerek sözü orada hazır bulunanlara gönderdi.

Gerçekten yaşına göre inanılmaz bir emek yoğunluğu ile çalışır ve gençlere taş çıkartırdı.

2021 yılının başında Kapitalist Modernizminin ürettiği Corona hastalığı onu da yakalamıştı.

Her gün halkın içinde yoğun bir tempo ile çalışıyor ve merasimden, merasime, taziyeden taziyeye koşuyordu. Bu çalışmaları bizzat kendisi organize etmez ve yürütmezse içi rahat etmez, sürekli eksik ve aksaklıklar oluşur ve bu da işin hassasiyeti için hiç de iyi olmuyordu. O nedenledir ki en küçük bir program aksaklığına Heval Şükrü’nün tahammülü yoktu ve korkunç bir emek ve enerji ile kendisi koştururdu. O nedenle hangi etkinliğe kamera görüntülerinden bakılırsa bakılsın mutlaka orta bir yerde Heval Şükrü’nün görüntüsü çıkar ve yine bir koşturma içinde olduğu görünürdü.

O kadar yoğunluğu vardı ki artık isimleri de söylemez, bütün erkek arkadaşlara “Ahmet” der, kadın arkadaşlara da “Fatma” diyerek kestirmeden ve güvenlik tedbirli olarak da kendine göre kodlar ve kim önüne gelse o şekilde hitap ederdi.

Emek ve emekçiliğin gerçek bir temsilini yapıyordu. İşte böylesine bir yoğunlukta hasta düştü. Yaşı da Başur kadroları içinde en büyükleriydi. O nedenle o bir bilge, o bir pir ve o bir Derwişti.

Ağır bir korona dönemi geçirdi, durumu o kadar ağırdı ki, Şehadet noktasına gelmişti. Bizzat kendisi ile ilgilenen doktora durumu sorulduğunda, sabaha çıkmaz demişlerdi. Sabah olduğunda doktorlar bile şok olmuştu; koşup arkadaşlara haber verdi ve ölümcül tehlikeyi atlattığını söylediler. Fakat nasıl olduğunu hala anlamamışlardı. Arkadaşlar da onu kurtaranın parti iradesi ve verdiği irade savaşı olduğunu söylediler.

Heval Şükrü adeta yeniden dirilmiş ve Corona illetini yenmişti.

Hastalıktan kurtulduktan sonra yine büyük bir enerji ve istekle çalışmalara yüklendi; adeta hastalığın kendisinden çaldığı zamanı telafi edercesine koşturuyordu. Yeniden PKK bayrağı ve temsili ile merasimden merasime gidiyor, hazırlıyor ve aileleri ziyaret ediyordu.

Düşman Heval Şükrü’yü özellikle hedef seçmişti. 17 Eylül günü  saat 8.40 da, bulunduğu yerden çalışmak için çıktığında, bir yol kenarında MİT, ihanet şebekesinin yardımı ile Türk faşizmine yakışır tarzı ile, arkadan dört el mermi sıkarak Şükrü arkadaşın kalbini parçalayarak şehit ettiler.

“Ölüm adın kalleş olsun”

Şükrü arkadaşa yönelik katliam da göstermiştir ki, ırkçı sömürgecilik soykırımcı karakterini asla terketmeyecektir.

Şükrü arkadaşın şehadeti hepimizin yüreğinde büyük acılar yol açsa da, en çok da Başûr ve özelde de Süleymaniye halkımızda, sarsıcı etki yarattı. Cenaze töreni ve sonrasında herkesin aklından geçen ve dile gelen ise şuydu:
Şükrü arkadaşın katillerinden ve buna destek verenlerden mutlaka intikam alınacaktır. Kabristanın üzerinde Şükrü yoldaşı sevenler, hep birlikte intikam sözünü böyle verdi.

Sana sözümüz olsun Şükrü yoldaş; önderlik Paradigmasını, halkların özgürlük ve demokrasi sistemi haline getirerek, faşizmi her yerde toprağa gömeceğiz.

Yıldızlar yoldaşın olsun…

Kaynak: Yeni Özgür Politika

(rb)

Bunları da beğenebilirsin