Sakine Cansız’ın anılarında Bekaa Vadisine ilk yolculuk

PKK kurucularından ve Kürt Kadın Hareketi’nin öncüsü Sakine Cansız, Kürt Özgürlük Hareketi’ni 1970’li yılların ortalarında daha grup aşamasındayken tanır.  9 Ocak 2013 yılında faşist Türk devleti ve Avrupa işbirlilçiliği ile katledilene dek kavgasından tek bir saniye ödün vermedi. Yaşamının her anını bir kavga olarak tanımlayan Sakine Cansız, ömrünü bin yıllardır kendi ülkelerinde esaret altında yaşayan bir halkın özgürlüğüne adamaktan tek bir an tereddüt etmedi.

Sakine Cansız, yaşamının her anında sürdürdüğü özgürlük kavgasını anı anına kaleme aldı ve anıları ‘Hep Kavgaydı Yaşamım’ ismiyle 3 cilt şeklinde yayınlandı. Sakine Cansız’ın anılarından derlediğimiz ve cezaevinden tahliye olup hep hayalini kurduğu Önderlikle buluşma anını kendi kaleminden aktarıyoruz.

Sakine Cansız, tahliye oluşunu ve Önder Abdullah Öcalan’ı yıllar sonra Bekaa Vadisi’nde görmesini şu sözlerle aktarıyor:

“gözün aydın!biz senden kurtulduk, sen de bizden”

(..) O gün idare, temsilcileri çağırmıştı. Beni de çağırtmışlardı. Bazı arkadaşlar, “Gözün aydın,” diyorlardı ama ben ne olduğunu henüz anlamış değildim. Espri yapıyorlar sanıyordum. Çünkü kadınlar koğuşundan başka arkadaşlar temsilci olarak idareyle görüşüyorlardı. Bizim adımıza D. Ali yeterliydi. Ben geldiğim için temsilci olduğum sanılmış, onun için gözün aydın olsun deniliyor diye düşünmüştüm. “Ben bu işleri sevmiyorum, nereden çıktı ben de bilmiyorum,” diyordum. Meğer D. Ali biliyormuş. Bana haber vermek için çağırtmışlar. Müdür, “Haydi gözün aydın! Biz senden kurtulduk, sen de bizden,” dedi. Ben yine anlamadım. “Siz benden kurtulamazsınız. Bu işler öyle kolay mı? Devrim başarıya ulaşsa da ben zindanlarla uğraşacağım,” dedim. Hepsi güldü. D. Ali, “Sakine, dosyan bozulmuş, devlet sana üç yıl borçlu, üç yıl fazla yatırmışlar,” diyor.

Ve özgürlük…

Tarih 26 Aralık 1990’ı gösteriyordu…

17 Mayıs 1979’da, Elazığ’da, sabahın köründe evden alınmıştım… Ve 26 Mayıs 1990’da Çanakkale Zindanı’ndan çıkarak özgürüğüme kavuştum…

Nereden nereye…

Kefenleri yırta yırta kaynağa ulaşmak…

Şam havaalanında indiğimde yüreğim deli gibi atıyordu. Sanki hemen Başkan’ı görecekmişim gibi bir heyecan vardı. Valizlerim asansörle gelirken, ben döviz bürosuna para bozdurmaya gittim.

Üzerimdeki altınlar bayağı ağırlık yapıyor. Adamlar beni zengin bir iş kadını olarak düşünüyorlar kesin. Kendi kendime gülüyorum. Gerçi bilezikleri ceketin kolu saklıyor, çok azı bileklere iniyor. Ama boynumdaki zincirler, beşi birlikler mutlaka görünüyorlar, yüzükler de. Hemen her parmağıma takılı bir yüzük var.

Arada çaktırmadan etrafa bakarak bizimkilerin gelip gelmediğini kontrol ediyordum. Ama henüz kimse görünmüyordu. Valizlerin kontrol edildiği tarafa yöneldiğimde iç bölümün penceresinden bakan birkaç kişi gördüm. Dikkatle çevreye bakıyorlardı. Ben de kendilerine baktım. “Herhalde bunlardır,” dedim kendi kendime.

Eşyalar çok ayrıntılı aranmadı. Daha çok giysiydi zaten. Bazı yayınlar da vardı. Onları aralara yerleştirmiştim. Tam o sırada iki kişi geldi. Gülümseyerek, “Hoşgeldin,” dediler. Orhan ve Ahmet’ti. Sonra arabaya yöneldik. İki kadın arkadaş daha vardı arabada Berivan ve Rengin. Ellerinde çiçek vardı; “Başkan gönderdi. Kendisi gelemedi, çiçek gönderdi. Ama evde bekliyor,” dediler. Çok duygulanmıştım. Çiçekleri alarak bağrıma bastım. Ama benim götürmem gerekmiyor muydu? Başkan’ın çiçekleri ne kadar anlamlı. “Havaalanına gelebiliyor mu?” diye geçiriyorum içimden. Tabii farklı kimlikli dolaşabilir, neden olmasındı. Arkadaşlarla yol boyunca sohbet ettik. “Seni gördüğümüzde hemen tanıdık,” dediler. Fotoğraflarım varmış evde. Bir de Avrupa’dan tarif etmişler biraz.

Bir an önce eve yetişmek istiyordum, şu an için başka bir şey istemiyordum. Bereket çabuk bitti yolculuk. Yüksek bir binaya girdik ardından. Asansörde üzerinde 1O yazılı düğmeye basıldı. Meşhur 1O. kata gelmiştim. Asansör durdu. Bir dairenin kapısı çalındı. Kalbim duracak gibi. Kapı açıldı ve karşımda Başkan. Sevgiyle kucakladı beni… Ben de aynı sevgiyle kucakladım onu. Bir gerçekti. Yıllarca hayal ettiğim, hiçbir zaman da umudumu yitirmediğim, hep, “Karşılaşacağım, Başkan’ı göreceğim, o büyüklüğünü kucaklayacağım,” dediğim an gelmişti. Ama bütün o yoldaşların, “Bizim yerimize de kucakla, alnından, gözlerinden öp,” sözlerini tek tek değil, bir kucaklayışta yerine getirebildim ancak. Hepsinin yerineydi, hepsinin özlemiydi, sevgisiydi. Arada, “İnanamıyorum,” diyorsam da her şeyiyle bir gerçekti.

“Bu çiçekleri bana göndermişsiniz, ben de size veriyorum Başkan’ım. Ben alamadım çünkü,” dedim. Rahattım. Hep gördüğümde ağlarsam, ya dayanamayıp ağlarsam diyordum ama kendimi tutabilmiştim. Gözlerim sevinçten dolu dolu olsa da öyle zır zır ağlamamıştım. Çanakkale’den arkadaşlardan ayrılırken hıçkırıklarla ağlamıştım. Onlardan ayrılmak kolay değildi. Onları zindanda bırakıp çıkmak çok zordu! Yüreğimin yarısı orada kalmıştı, bakışlarım onların gözlerine, yüreklerine asılı kalmıştı.

Başkan’la buluşmak, partiyle buluşmak çok daha başkaydı. Başkan’ı en son Fis Kongresi’nde görmüştüm. Günaydın apartmanına geri dönmüş, bir gün sonra ayrılmıştık. On üç yıl olmuştu. Araya giren zindan yıllarından sonra kefenleri yırta yırta yaşam kaynağımın en güzel yanına ulaşmıştım. Geçen sürede çok şey değişmişti ve bunu adım adım, düşe kalka, çelişkilerle boğuşa boğuşa öğrenecektim. Ama Başkan çok fazla değişmemişti. Zaten, “Beni nasıl buldun?” sorusuna; “Başkan’ım, gençsiniz hali, dinç kalmışsınız, buna çok sevindim,” dedim.

Evin içinde birlikte voltalarken, “Pek yıpranmamışsın, genç kalmışsın. Saçlarını da ağartmamışsın. İyi, yaşın genç herhalde. Yolun yarısına çok var,” dedi bana bakarak. Otuz iki yaşındaydım ve yolun yarısına, yani otuz beşe üç yıl vardı, çok uzak değildi, ama Başkan’ın genç görmesine sevinmiştim. Doğruydu, canlıydım ve herhalde daha gençtim, pek yıpranmamıştım.

Başkan;

”Ama bizim Cuma ağartmış saçları. Fuat ağartmış, Abbas kel olmuş. Bakın ben ağartmadım, dökmedim. Bunun yaşamla direkt ilişkisi var. Ben onlar gibi asla yaşamadım,” diyor, arada gülüyor. Çok vakur, gerçekten yaşam dolu bir gülüş. Bembeyaz dişleri görünüyor. Herkesin dikkatini çekiyordu Başkan’ın dişleri. Amasya’dayken kadın gardiyanlar bile duvarda asılı olan resme bakıp “Başkanınız yakışıklı bir adam. Dişleri çok güzel, bembeyaz,” demişlerdi. Apo dediklerinde biz kızıyorduk, “Başkan deyin,” diyorduk, onlar da gerçekten Başkan demeyi kanıksamışlardı. İstemeseler de etkilenmişlerdi.

Şık takımlarımdan rahatsız oluyorum. Şıklığından değil, oturunca etek boyları iyice çekiliyor, etek dar üstelik. Ama altınları önce çıkarmak istiyorum. Sırayla yüzükleri, bilezikleri, kolye ve zincirleri çıkarıyorum. Çantadakilerin hepsini de sehpanın üzerine koyuyorum. Son kez kontrol ediyorum, bir şey kalmamış. Zaten kaç parça olduğunu bildirmiş olmaları gerekir arkadaşların. En son elimde kalan ince halka var. Başkan’ın gözleri ona ilişiyor. Sadece o bakış üzerine açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum.

“Bu daha önce vardı, daha önceden takıyordum,” diyorum hafif bir sesle.

Onu da rahat söylemiştim, fakat Başkan’ın bakışları karşısında bir anda tuhaflaşmıştım, utanmış gibi oldum. Yalnız kötü, çirkin bir utanma değil.  (…)

Bunları da beğenebilirsin