Dünden bugüne KDP 2: KDP pastarlarla beraber

1978 yılında Talabani güçlerini Behdinan’a göndermeye kalkıştı. Yüzlerce silahlı peşmergeden oluşan güç Şemdinli, Yüksekova, Çukurca sınırı boyunca ilerliyordu. Talabani, DDKD’nin lideri Ömer Çetin’e güveniyordu. Ancak YNK peşmergeleri saldırıya uğradılar. En az 600 peşmerge katledildi. Saldırı emri Sami Abdurrahman’dan gelmişti. Talabani, Ömer Çetin’i komploda yeralmak ve ihanetle suçladı.

Güney Kürdistan’da 75 yenilgisinden sonra en önemli ve anlamlı gelişmeler Kuzey Kürdistan’da oluyordu. Sosyal ayrışma yeni sınıfsal oluşuma ve mevzilenmeye yol açmış, bu gelişme siyasal alana yansımıştı. 1975 yenilgisi siyasal oluşumların kendi özgül kişilikleriyle gelişmesi olanağını yaratmıştı. Yine de örgütler üzerinde KDP ve YNK’nin etkisi netti; Özgürlük Yolu, DDKD, Ala-Rızgari YNK çizgisine ve himayesindeydi, Rizgari, Kawa ve KUK ise I-KDP çizgisine bağlıydılar. Kürdistan’daki orta sınıfları esas alan bu örgütlerin tümü bağımsızlığı istiyordu. Ancak hiçbiri halkla buluşmayı gerçekleştirmedi. Hemen hepsi Kuzey Kürdistan’daki gelişmeyi Güney Kürdistan’daki gelişmelerin başarısına bağlıyordu. KUK gibi örgütler ise tümüyle PKK’ye karşı örgütlenmişlerdi. 1979-80 döneminde bu örgüt tıpkı ’90’larda ortaya çıkan Hizbul-Kontra gibi çok sayıda PKK kadrosu ve sempatizanını katletmişti.

Kuzey Kürdistan’da yeni bir dönem başlıyordu. Artık halka dayanan yeni bir hareket, PKK Hareketi ortaya çıkıyordu. 1973’te grup olarak biçimlenen PKK 1978 yılında partileşiyordu. PKK, tavrını net ortaya koymuştu; güçlü parti örgütlenmesini, ulusal kurtuluş cephesini, silahlı ve siyasi mücadeleyi benimsiyordu. PKK, iç çatışmaları da mahkum ediyor, esas olarak yoksul Kürt halkının gücünü temel alıyor, iç çatışmaların devletin yönlendirdiği yapılardan kaynaklandığını söylüyordu. Diğer örgütler ayakları üzerinde iki gün durmayı beceremezken, PKK söyledikleri doğrultusunda bir halk savaşına girişti. PKK, YNK-KDP çizgisinin aksine yeni bir çizgi, ulusal bağımsızlık örgütlenmesi ve mücadelesini yaratmıştı. Bu Kürdistan’da yeni ve tarihi bir durumdu. Bu nedenle PKK’ye saldırılar çok büyük oldu. Daha grup döneminde MİT  ve T-KDP ortak komployla grubun önder kadrolarına yöneldiler. Bazı alanlarda ağaları ve çeteleri saldırttılar. Sol’dan ve ilkel milliyetçilerden şiddetli ideolojik-politik saldırılar oldu.

PKK’ye karşı UDG bloku

1979 yılında KUK, DDKD ve Özgürlük Yolu, PKK’ye karşı UDG (Ulusal Demokratik Güçbirliği) blokunu oluşturdu. Bunlar sadece ideolojik olarak değil, aynı zamanda silahlı saldırı ile PKK’yi imha etmek istiyorlardı. Kızıltepe’de, Nusaybin’de, Amed’te bu güçler çok sayıda PKK militanı ve yurtseverini katletti. Örneğin; 1977 yılında PKK’nin öncü kadrolarından Haki Karer’i katleden ‘Sterka Sor’ adlı yapı  T-KDP ile doğrudan ilişki içindeydi.

O dönem T-KDP’nin sorumluları Kürdistan’da devrimci bir örgütün kurulmasını Kürdistan’a ihanetle eşdeğer görüyorlardı. PKK’ye karşı vurucu güç olarak ortaya çıkan UDG’yi kuran güçlerden DDKD ve ÖY, Türkiye’de Ecevit hükümetiyle bağlaşık kurmak isteyen ve o dönemde bu amaçla UDC (Ulusal demokratik Cephe)’yi kuran TKP’yle de ilişki içindeydiler. Bunlara göre Türk hükümeti demokrasi getirecek, kendileri de politika yapma olanağı elde edeceklerdi. Bu gelişmenin engeli olarak, onlara göre PKK hareketini görüyorlardı. DDKD ve ÖY, aynı zamanda YNK ile ilişki içindeydiler. Toparlanan YNK, dağılan KDP’ye karşı üstünlük sağlamaya çalışıyor, DDKD ve ÖY vasıtasıyla Türkiye’nin desteğini almaya çalışıyordu. KUK zaten KDP’ye bağlı çalışan bir kontra yapısı gibi hareket ediyordu. KUK tehlikeli bir duruma gelmişti. Madem ki PKK Kürdistan’daki klasik politikaları aşıyordu, o halde cezalandırılmalıydı. 1979’da yoğunlaşan ve onlarca PKK kadrosu ile yurtseverin ölümüne yol açan KUK saldırılarının arkasında böylesine bir ağ vardı. KUK, daha o dönemde kimsenin elinde olmayan büyük silahlar kullanıyordu ve bu silahlar KDP menşeliydi.

Kürdistan yeniden egemen güçlerin ilgi odağı haline gelmişti. Türkiye’de sırayla iktidara gelen Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel ardarda sıkıyönetim ilan ediyor, yönetimi adım adım askerlere devrediyorlardı. Güney Kürdistan’daki hareketlenme de Türk devletini endişeye sevketmişti. Üstelik Ocak 1979’da İran’da Şahlık rejimi yıkılmış, Doğu Kürdistan halkı ayaklanmıştı. Bu gelişmeler sadece Türkiye’yi değil, bölgesel üstünlüğü Sovyetlere kaptırma telaşına düşen ABD’yi de endişelendirmişti. Ama Türk devletinin asıl endişesi her zaman olduğu gibi Kuzey Kürdistan’daki gelişmeler ve PKK idi. Bundan hareketle devlet Maraş’ta Kürt Alevileri vahşi bir şekilde katletti. Maraş Katliamı’yla devlet Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne ciddi bir mesaj veriyordu.

Sami Abdurrahman’ın talimatıyla 600 YNK peşmergesi katledildi

Güneyli güçler tekrar Türk devletinin oyununa geldiler. 1978 yılında Talabani güçlerini Behdinan’a ve Rojava’ya göndermeye kalkıştı. Yüzlerce silahlı peşmergeden oluşan bu güç Şemdinli, Yüksekova, Çukurca sınırı boyunca ilerleyecek, yani Kuzey Kürdistan’dan geçecekti. Talabani, DDKD’nin lideri Ömer Çetin’e güveniyordu. Gerçekte Ömer Çetin, Yüksekova, Çukurca ve Hakkari’de bir kısım aşireti para ve silahla kendine bağlamıştı. Ya da bağladığını sanıyordu. Çünkü o dönemde Hakkari ve Botan’a giden Kürt örgütlerinin tümü KDP-YNK geleneğini sürdürüyor, ağalarla ilişkiye geçiyor, onları kendilerine bağlamak istiyorlardı. Ağalar da kurnazdı, hiçbirini geri çevirmiyor, verilen hediyelerin tümünü alıyorlardı, nasılsa bu örgütlerle ilişki riskli değildi. Çünkü hiçbirinin devleti rahatsız edecek bir eylemi yoktu. Kaldı ki sözkonusu ağaların hemen hemen tümü Türk karakol komutanlarına bağlıydı. Hatta bazıları hem İran hem de Irak istihbaratıyla çalışıyorlardı.

Talabani: Ömer Çetin komploda yer aldı

Bu süreçteki bir başka iddia da; kendisi de aşiret lideri olan Ömer Çetin’in Van’da devletin istihbarat elemanlarıyla görüştüğü şeklindeydi. Talabani bu güvenceyle adamlarını yollamıştı. YNK peşmergeleri Çukurca’dan itibaren I-KDP-GK ve aşiret güçlerinin saldırısına uğradılar. Saldırı Türk askerlerinin gözleri önünde oluyordu. Komplo çok yönlüydü. Bu saldırıda YNK’nin en az 600 peşmergesi katledildi. Saldırı emri Sami Abdurrahman’dan gelmişti. Aynı zamanda aşiret reislerine Türk karakol komutanlarının güvencesi verilmişti. YNK peşmergeleri çatışmadan, kurşun sıkmadan imha edilmişlerdi. Celal Talabani, Ömer Çetin’i komploda yeralmak ve ihanetle suçladı. Daha sonra tutuklanan Ömer Çetin’in takındığı tutum gözönüne alındığında Talabani’nin eleştirilerinin haklılığı ortaya çıkıyordu. Çatışmayı önlemek için Talabani, dönemin Başbakanı Ecevit’e mektuplar yollayarak yardım istiyordu.

Katliamda ciddi rol oynayan Jirkî ağaları epey silaha el koymuşlardı. Aşiretlerin kazandığı otorite ve ellerindeki silahlar Türk devletini rahatsız etmeye başlamıştı. YNK, peşmerge katliamında yer alan kendisi de Sivaslı Kürt olan Beytüşşebap savcısı, yanındaki askerlerle Jirkî’lerden silahları almaya gider, çıkan çatışmada Jirkî ağası Ahmet Kerevan ile 6 asker ölür. Bu çatışmadan dolayı Jirkî’liler 1985 yılından itibaren PKK’ye karşı silah kuşandı ve 2000’li yılların ortalarına kadar devletin en gözde adamlarından oldu.

Bahsi geçen savcı ve YNK peşmergelerinin katliamını görüntüleyen Hürriyet gazetesinin Diyarbakırlı muhabiri aynı yıl Silvan yakınlarında devlet tarafından öldürüldü. Jirkî ağalarıyla ortak yapılan komplo sadece bu değildi. Jirkî’lilerin diğer bir ağası olan Hacı Dirbas KDP’nin Habur’daki Lak-1 sorumlularına bağlıydı, aynı zamanda bölgedeki Türk karakol komutanına da bağlıydı. Dirbas, Güney Kürdistan’da kurulan ve İran’a bağlı çalışan İslami Parti’nin de adamı olmuştu. Ağa, KDP-TC karakol komutanlarının direktifiyle evinde misafir olan 10 İslami Parti elemanının silahlarını alarak onları Türk askerlerine teslim etti. (*)

Bu örnekleri neden veriyoruz. Çünkü, KDP, TC ilişkileri bu kadar içiçe ve bu denli kirliydi. Güney’in örgütleri iç çatışmalarını sadece Güney’le sınırlamıyor Kuzey’e de aktarıyorlardı. Sadece onlar Türk devletiyle çalışmıyor Kuzey’deki işbirlikçiler yoluyla Kuzey halkını da bu ilişkiye çekiyorlardı. Bu arada 1985’te gerillanın Botan’daki etkinliğini sonlandırmak için Türk devleti tarafından koruculuk sistemi geliştirildi. Botan’da kimi aşiretlerin silah alması bizzat KDP’nin teşkiyle oldu.

KDP, Pastarlarla birlikte Kürtlere karşı savaştı

İran’da 1979 İslami Devrimi’nden sonra İran-Irak ilişkileri gerginleşmiş, çatışmalar başlamış, savaş kaçınılmaz duruma gelmişti. Irak, 1975 Cezayir anlaşmasının maddelerini lehine değiştirmek istiyordu. İran gerçekleştirdiği İslami devrimini en yakın komşusuna yaymak istiyordu. Arada bir de Kürt sorunu vardı. Ayaklanmaya geçen Doğu Kürdistan örgütleri İ-KDP ve Komela Bağdat rejimiyle ilişki içindeydiler. Ayrıca bu iki örgüt Türk devletini rahatsız etmemeye özellikle dikkat ediyordu. Güney Kürdistan’da da Irak yönetimine karşı direnişin koşulları oluşmuştu. İran’ın Irak’a karşı kullanacağı Kürt kozuna özellikle ihtiyacı vardı. Humeyni’nin Kürt sorununa bakışı Şah’ınkinden farklı değildi.

1 Mart 1979 tarihinde İran’da yapılan KDP kongresinde Mesut Barzani parti liderliğine getirildi. Aslında yapılan bir seçim sayılmazdı. Emanet Sami Abdurrahman’dan devralınmıştı. Nasılsa KDP, Barzani ailesinin malıydı. İran, KDP’nin başında Barzanileri görmek istiyordu. İran rejiminin Barzani ailesine bakışı da ilginçti. Onlara Tahran’ın Kereç semtinde Şah’ın SAVAK ajanları için inşa edilmiş villa tipi evlerden verilmişti. Tahran yönetimi, KDP’yi tanımıyor, onlara Barzani güçleri diyordu. Resmi yayınlarında ve savaş düzenlemesinde onları yedekleri olarak gösteriyordu. İran KDP’si Humeyni rejimi için bir tehlike oluşturuyordu. Humeyni Kürt halkının mücadelesini bastıramayacağını anlayınca Mesut’u harekete geçirdi. Önce bir söylenti çıkarıldı: ”İran KDP’si taraftarları büyük Barzani’nin kemiklerini mezardan çıkarıp tanımış”tı. Bunun üzerine Barzani ve silahlı elemanları Rojhilat’ta Kürtlere karşı savaştı. Pastarlarla birlikte Kürtleri katletti. Mesut Barzani bizzat megafonla büyük şehirlerde Kürtleri teslim olmaya çağırdı. (**)

Saddam’ın Kürt çeteleri

Eylül 1980’de başlayan Irak-İran savaşı Güney Kürdistan’da boşluk yaratmıştı. Halk silahlanıp direnmeden yanaydı. Ancak öncülük eden güçler halkın beklentilerine cevap verecek durumda değillerdi. YNK-KDP ayrılığı sürüyordu. Hatta çatışıyorlardı. KDP, IKP, I-KSP (Irak Kürdistan’ı Sosyalist Partisi) ve PASO (Kürt Sosyalist Partisi) arasında Kasım 1980’de CUD cephesi (Ulusal Demokratik Cephe) kurulmuş, buna karşılık bir nevi tecriti yaşayan YNK, Arap Sosyalist Partisi, Suriye yanlısı Irak Baas’çıları ve Irak’lı Demokratlar Topluluğu adlı örgütlerle Aralık 1980’de CEWQED cephesini kurmuştu. Arada oynayan KP, başta bu iki cephede birden bulunuyordu. İran, KDP yoluyla Irak ve Kürdistan’daki muhalif güçleri denetlemek istiyordu, bunu beceriyordu da. Ne YNK ne KDP, Baas rejimine karşı ciddi savaşmıyorlardı. İran saldırılarına bağlı olarak konum alıyorlardı. Kurtardık dedikleri alanlar ise Irak ordusunun taktik nedenlerle boşalttığı alanlardı. Kaldı ki Irak; şehirleri, kazaları, karayollarını ve stratejik yerleri hep denetiminde bulunduruyordu. Hem de yaşlı ve çocuk Arap milisler ve cahş’lar vasıtasıyla… Irak yönetimi Kürtler’den takriben 50 bin çete oluşturmuştu. Çünkü KDP iç çatışmalar ve çeteciliği körüklüyordu.

Barzaniler Tahran’da bolluk içindeydiler. Mesut Barzani, KDP’nin başında olmasına rağmen partiyi asıl yöneten İdris’ti. İran’a yerleşen sadece Barzaniler değil, KDP’li ağaların tümüydü. Bunlar da İran’a çetecilik yapıyorlardı. Mülteci kamplarında kalanlar perişandı. Yoksulluk ve yozlaşma onları kırmıştı. Yine de KDP onları direnişe sevkedecek hiçbir çalışma ve yönelim içinde değildi. (***)

Tahran’daki KDP bürosunun işi

Tahran’daki KDP bürosunun işi gücü Avrupa ve ABD’ye gidecek Kürt mültecilerin pasaport işlemlerini halletmek olmuştu. Mesut Barzani peşmergelerin genel komutanıydı, ancak Kürdistan’ı gördüğü yoktu. Üstelik çok sayıda KDP peşmergesi Doğu Kürdistan’da tutuluyordu; daha doğrusu tutturuluyordu. Bunlar İran-KDP’sine karşı konumlandırılmıştı. KDP, Sino kasabasını İran-KDP’si güçlerinden almış, İran askerlerine teslim etmişlerdi. Onların bu tavrı bu parçadaki Kürtlerin nefretini kazanmalarına yol açmıştı. Halbuki Rojhilat Kürdistan’ı da tıpkı Bakûr Kürtleri gibi Barzanilere yardım etmiş, her şeylerini onlarla paylaşmışlardı. Bu yardımlarının karşılığı olarak ise ihanet görmüşlerdi.

Barzani ailesi ve İran yönetimi peşmergelerin geri dönmesine izin vermiyordu. İşbirlikçiler eliyle burada da Kürt Kürde kırdırılıyordu. Güney Kürdistan’ın kurtarılmış alanlarında da durum farklı değildi. Peşmerge komutanları tüccar olmuş, sınır ticaretiyle uğraşıyorlardı. Öyleki bazı KDP sorumlularının evleri Çukurca gibi Türk devletinin denetimindeki merkezlerdeydi. Bunlar ancak onbeş günde bir Güney’e geçiyor, bir iki gün kalarak geri dönüyorlardı. Çoğu Türk askerleriyle sıkı ilişki içindeydiler. Ajandılar demek daha doğruydu. Bu ticaret ilişkisi çetelere ve Saddam’a ajanlığa kadar uzanıyordu. KDP savaşmıyordu. Sanki arada bir anlaşma vardı. Saddam tarafına geçenler gün geçtikçe artıyordu. Peşmerge yapısı milisti, aileleriyle birlikte hareket ediyor, tehlike söz konusu olduğunda Türkiye ya da İran’a sığınmak gelenek olmuştu. Savaş Kürtlerle Irak arasında olmuyordu. Kürt Kürde karşı savaşıyordu. YNK-KDP çatışmaları toplumu bıktırmış ve tüketmişti. 1983 yılında bir yandan bu çatışmalar şiddetlenmişti, diğer yandan ise Saddam’ın Kürt çeteleri işbaşındaydı.

İLK OPERASYON 1983’TE

Türk devleti ve ordusu 1983’ten bu yana Güney Kürdistan’a 30’un üzerinde operasyon düzenledi. 2017’den sonra ise saldırılarını işgal harekatına dönüştürdü.

Türk ordusunun ilk askeri saldırısı ‘Sıcak Takip Operasyonu’ ismi altında 1983’te düzenlendi. 1983 yılında Ankara ile Bağdat arasında Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması imzalandı. Anlaşma ile Bağdat Türk ordusuna operasyon yetkisi verdi. Anlaşma çerçevesinde Türk ordusu Irak (Güney Kürdistan) topraklarına 10 kilometre girme yetkisini elde etmiş oldu.

Anlaşma sonrası PKK gerillalarına karşı ilk saldırı 25 Mayıs 1983’te yapıldı. 7 bin kadar asker, sınırdan 5 kilometre kadar girdi. Öte yandan Irak ordusu da güneyde PKK kamplarına karşı saldırı düzenledi. Türk basını ‘Ermeni militanlarına’ karşı operasyonun yapıldığını duyurdu. Serxwebûn Dergisinin 1993 Temmuz ayı sayısına göre Türk ordusunun operasyonunda iki köyün bombalanması sonucu 14 Kürt köylüsünün hayatını kaybetti. Türk ordusunun operasyonundan KDP kampları da saldırdan etkilendi. Bu durum KDP lideri Barzani’nin tepkisine neden oldu.  Operasyondan sonra KDP ile PKK arasında protokol imzalandı. (Yazı dizimizin ilerleyen günlerinde Şam’da Öcalan ile Barzani arasında imzalanan bu anlaşmanın detaylarını vereceğiz.)

165 peşmerge katledildi

Türk ordusunun ‘Sıcak Takip Operasyonu’nunu 1984 Ekim’de 2. operasyon izledi. Operasyonda PKK kampları hedef alındı. 12 Ağustos 1986’da ise 3. operasyon düzenlendi. PKK gerillaları Çukurca Jandarma Karakolu’na yönelik düzenlediği eylemde 14 asker öldü. Eylemin ardından Türk savaş uçakları 3 gün sonra Güney Kürdistan’daki KDP kamplarını bombaladı, bombardımanda 165 peşmerge hayatını kaybetti. Türk devleti KDP’yi, PKK’nin eylemlerinden sorumlu tuttuğu için cezalandırdığını açıklamıştı.

4. operasyon ise 4 Mart 1987’de gerçekleştirildi. 30 Türk savaş uçağı 4 Mart 1987’de Güney Kürdistan’ın birçok alanını bombaladı. KDP Türk ordusuna tepki göstereceğine PKK’yi hedef gösterdi. Türk devlet 1988-1991 yılları arasında ‘sınır ötesi operasyon’ düzenleyemedi. Çünkü Bağdat 1988-1991 yılları arasında Türkiye’ye sınır ötesi operasyon izni vermedi.

 

Bunları da beğenebilirsin